Astsubaylar Birliği
merol
Çarşamba, 01 Mayıs 2019 17:35
EĞE KEMİĞİ
BİR rivayette hazreti havva ‘nın hazreti adem’ in eğe kemiğinden yaratıldığı söylenir.
Eğe kemiği, erkeğin göğüs kafesinde yer alır; akciğeri çevreler, kalbi darbelerden korur. Bu konumuyla eğe kemiği ne kadar da kadına benzer. Kadında tıpkı eğe kemikleri gibi erkeğine nefes alacak bir yuva sunar, onun hayatına genişlik, göğsüne ferahlık kazandırır. Eğe kemiği akciğeri çevreleyerek kalbe giden hayat yollarını açık tuttuğu gibi doğrudan kalbide korur. Bir kadının aşkı erkeğinin kalbine bu dünya da hayat suyu taşır, onu sancılı sevmelerden uzak tutar. Öyle ki, eğe kemiği kırılmadıkça kalbe zarar gelmez. Kadın da erkeğinin kalbini kırmamak adına kırılmayı, ezilmeyi göze alır. Eğe kemiğinin yapısı da kadına benzer. Güçlü fakat ince ve narindir. Kadında sabırlıdır. Acıya, ayrılığa ve vefasızlığa sabreder. Bununla birlikte, kolayca kırılıverecekmiş gibi inceciktir. Tatlı bir kavisle erkeği saran zarif bir biçimi vardır. Eğe kemiği erkeğin yan tarafında yer alır. Kadın da varlığını ve koruluğunu hissettirmeden sessizce ve gizlice yanında duru erkeğinin.
BİR rivayette hazreti havva ‘nın hazreti adem’ in eğe kemiğinden yaratıldığı söylenir.
Eğe kemiği, erkeğin göğüs kafesinde yer alır; akciğeri çevreler, kalbi darbelerden korur. Bu konumuyla eğe kemiği ne kadar da kadına benzer. Kadında tıpkı eğe kemikleri gibi erkeğine nefes alacak bir yuva sunar, onun hayatına genişlik, göğsüne ferahlık kazandırır. Eğe kemiği akciğeri çevreleyerek kalbe giden hayat yollarını açık tuttuğu gibi doğrudan kalbide korur. Bir kadının aşkı erkeğinin kalbine bu dünya da hayat suyu taşır, onu sancılı sevmelerden uzak tutar. Öyle ki, eğe kemiği kırılmadıkça kalbe zarar gelmez. Kadın da erkeğinin kalbini kırmamak adına kırılmayı, ezilmeyi göze alır. Eğe kemiğinin yapısı da kadına benzer. Güçlü fakat ince ve narindir. Kadında sabırlıdır. Acıya, ayrılığa ve vefasızlığa sabreder. Bununla birlikte, kolayca kırılıverecekmiş gibi inceciktir. Tatlı bir kavisle erkeği saran zarif bir biçimi vardır. Eğe kemiği erkeğin yan tarafında yer alır. Kadın da varlığını ve koruluğunu hissettirmeden sessizce ve gizlice yanında duru erkeğinin.
merol
Cumartesi, 27 Nisan 2019 22:44
GÖREBİLMEK
Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başın oturan çocuğa:
Buraların yabancısıyım demiş.
Parkın hemen yanıbaşında ki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
Bende buraya ilk defa geliyorum demiş.
Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğunda yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? Diye gülümsemiş çocuk. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
İyi ama, demiş adam, bunların parktan değilde tek bir ağaçtan gelmediği ne malum?
Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyarsınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu.
Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.
Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken
Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.
Gösterdim… gördü anlamına gelmiyor.
Söyledim... duydu anlamına gelmiyor.
Duydu… doğru anladı anlamına gelmiyor.
Anladı… hak verdi anlamına gelmiyor.
Hak verdi… inandı anlamına gelmiyor.
İnandı… uyguladı anlamına gelmiyor.
Uyguladı… sürdürecek anlamına gelmiyor.
Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başın oturan çocuğa:
Buraların yabancısıyım demiş.
Parkın hemen yanıbaşında ki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
Bende buraya ilk defa geliyorum demiş.
Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğunda yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? Diye gülümsemiş çocuk. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
İyi ama, demiş adam, bunların parktan değilde tek bir ağaçtan gelmediği ne malum?
Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyarsınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde fark etmiş çocuğun kör olduğunu.
Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.
Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken
Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.
Gösterdim… gördü anlamına gelmiyor.
Söyledim... duydu anlamına gelmiyor.
Duydu… doğru anladı anlamına gelmiyor.
Anladı… hak verdi anlamına gelmiyor.
Hak verdi… inandı anlamına gelmiyor.
İnandı… uyguladı anlamına gelmiyor.
Uyguladı… sürdürecek anlamına gelmiyor.
merol
Cuma, 26 Nisan 2019 23:03
SANDIĞINIZDA SANDIĞINIZDAN FAZLASI VAR.
Yıllardır bir eski sandığın üzerinde dinlenmekte olan bir dilenci, uzaktan gelen yabancıyı görünce umutlandı. Yüklüce bir sadaka alma ihtimali vardı. Her halinden bilge biri olduğu anlaşılan yabancı yaklaşınca, dilenci yalvardı: “Allah rızası için bir sadaka…” yabancı kendisinden emin bir tavırla cevap verdi. “senin benim vereceğim sadakaya ihtiyacın yok!” hayal kırıklığına uğrayan dilenci haliyle yoksul olduğunu anlattığını düşünüyordu. Bilge dilencinin üzerinde oturduğu eski püskü sandığı göstererek sordu. “Kaç yıldır bu sandığın üstünde oturuyorsun?” “Galiba 20 yılı geçti” dedi dilenci. “Peki hiç sandığın içinde ne olduğunu merak ettin mi?” Bilge bu sözleri söyledikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı.
Dilenci,
Hemen sandığın üzerinden indi. Yıllardır açılmadığı için paslanmış kilidini kurcaladı. Bir süre uğraştıktan sonra sandığı açtı. Sandığın içinde kendisine bir ömür boyu yetecek servet duruyordu.
Bizlerde bu dilenci gibi çok sıklıkla yanımızda olanı unutuveririz. Eşimiz olur bu çoğunlukla. Eski püskü sandığımız gibidir o. Sırf yanımızda diye içinde sakladığı mücevherleri merak etmekten vazgeçeriz. Onun varlığına karşı köreliriz garip biçimde. Eşimizin de bize verilenler arasında olduğunu unuturuz. “Sıradan” günlerin içinde “Olağan” sıkıntıların. Kıskacında günübirlik telaşların girdabında öğütürüz yanımızda ve yakınımızda.
Tıpkı üzerinde yıllar boyu oturup dinlendiği sandığın kapağını kaldırmayı aklına getirmeyen dilenci gibiyiz.. İçi mücevher dolu bir sandık var yanımızda, ancak dönüp bakmadığımız için yoksul belliyoruz kendimizi, sandığı boş sanıyoruz…
İşte bu sabah aynı yastığı paylaştığımız insanın yüzü ne kadar tanıdıksa, o kadar çok keşfe muhtaçtır. Onun yüzü en çok size baktı. Özel olarak sizin için güldü, sizin için hüzünlendi. Bu sabah yanınızda, özel olarak sizin için yaratılmış” bir” i olduğunu görün
Yüzünün tüm detaylarıyla size yönelen sevginin işaretlerini okuyun ve şöyle deyin: gözleri yalnız bana bakıyor. Kulakları en ince dertlerimi dinlemeye hazır. Dili yalnız bana sevgi sözleri söylüyor. İki dudağının arasında kıvranıp saklanan sade ve içten tebessümü en çok benim hak ettiğimi düşünüyor.
Unutmayın, SANDIĞINIZDA SANDIĞINIZDAN FAZLASI VAR.
Yıllardır bir eski sandığın üzerinde dinlenmekte olan bir dilenci, uzaktan gelen yabancıyı görünce umutlandı. Yüklüce bir sadaka alma ihtimali vardı. Her halinden bilge biri olduğu anlaşılan yabancı yaklaşınca, dilenci yalvardı: “Allah rızası için bir sadaka…” yabancı kendisinden emin bir tavırla cevap verdi. “senin benim vereceğim sadakaya ihtiyacın yok!” hayal kırıklığına uğrayan dilenci haliyle yoksul olduğunu anlattığını düşünüyordu. Bilge dilencinin üzerinde oturduğu eski püskü sandığı göstererek sordu. “Kaç yıldır bu sandığın üstünde oturuyorsun?” “Galiba 20 yılı geçti” dedi dilenci. “Peki hiç sandığın içinde ne olduğunu merak ettin mi?” Bilge bu sözleri söyledikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı.
Dilenci,
Hemen sandığın üzerinden indi. Yıllardır açılmadığı için paslanmış kilidini kurcaladı. Bir süre uğraştıktan sonra sandığı açtı. Sandığın içinde kendisine bir ömür boyu yetecek servet duruyordu.
Bizlerde bu dilenci gibi çok sıklıkla yanımızda olanı unutuveririz. Eşimiz olur bu çoğunlukla. Eski püskü sandığımız gibidir o. Sırf yanımızda diye içinde sakladığı mücevherleri merak etmekten vazgeçeriz. Onun varlığına karşı köreliriz garip biçimde. Eşimizin de bize verilenler arasında olduğunu unuturuz. “Sıradan” günlerin içinde “Olağan” sıkıntıların. Kıskacında günübirlik telaşların girdabında öğütürüz yanımızda ve yakınımızda.
Tıpkı üzerinde yıllar boyu oturup dinlendiği sandığın kapağını kaldırmayı aklına getirmeyen dilenci gibiyiz.. İçi mücevher dolu bir sandık var yanımızda, ancak dönüp bakmadığımız için yoksul belliyoruz kendimizi, sandığı boş sanıyoruz…
İşte bu sabah aynı yastığı paylaştığımız insanın yüzü ne kadar tanıdıksa, o kadar çok keşfe muhtaçtır. Onun yüzü en çok size baktı. Özel olarak sizin için güldü, sizin için hüzünlendi. Bu sabah yanınızda, özel olarak sizin için yaratılmış” bir” i olduğunu görün
Yüzünün tüm detaylarıyla size yönelen sevginin işaretlerini okuyun ve şöyle deyin: gözleri yalnız bana bakıyor. Kulakları en ince dertlerimi dinlemeye hazır. Dili yalnız bana sevgi sözleri söylüyor. İki dudağının arasında kıvranıp saklanan sade ve içten tebessümü en çok benim hak ettiğimi düşünüyor.
Unutmayın, SANDIĞINIZDA SANDIĞINIZDAN FAZLASI VAR.
merol
Perşembe, 25 Nisan 2019 22:50
KÖREBE
Yaşlı kadın sallanan koltuğuna oturmuş, yakın gözlükleri gözünün önünde yanaklarına sarkmış halde elinde örgüsüne konsantre olmuştu. Pencereden süzülen hafif esinti beyaz saçlarını okşuyor, yanağına taşmış birkaç saç teliyle oynaşıyordu. Biraz uzakta ödevini hazırlayan torununu unutmuş gibiydi. Lise öğrencisiydi. Taze açmış bit bahar çiçeği gibi, beyaz gömleğinin içinde pamuk prenses gibi duruyordu.
“babaanne neden herkes gerçek aşkı bir türlü bulamıyor?” torununun sesiyle irkilir gibi oldu. Yüzünde tatlı bir tebessümle örgüsünü bıraktı. Genç kızın yanına vardı. Uzun sarı saçlarını okşadı şefkatle yüzünü avuçlarının içine aldı.
“Dinlemek istiyor musun?” diye sordu.
Kız kaşını babaannesinin kucağına bıraktı. “Evet” anlamına geliyordu bu.
“Yüz yıllar önce dünya henüz çok gençken, gerçek aşk varmış., her yerde hemen bulunabiliyormuş. Su gibi. Hava gibi. Böyle kolay bulunduğu için kadınlar ve erkekler pek peşine düşmezlermiş gerçek aşkın kıymetini de bilmezlermiş…”
Bir süre durdu. Torununun henüz hayat yüküyle yorulmamış genç omuzlarını okşadı.
“ bunun üzerine Yaratıcımız iki meleği görevlendirip aşkı gizlemelerini istemiş.
Melekler aşkı önce yerin dibine saklamışlar. Fakat kadınlar ve erkekler toprağı kazıp kolayca bulmuşlar aşkı. Bunun üzerine melekler yüksek dağların zirvelerine kaldırmışlar aşkı. Fakat kadınlar ve erkekler yüksek dağların zirvelerine tırmanıp bulmuşlar aşkı. Sonra melekler aşkı okyanusların dibine gömmüşler. Erkekler ve kadınlar denizlere dalıp kolayca su yüzüne çıkarmışlar aşkı.
“o halde, gerçek aşkı bulmak zor değil. Çünkü kadınlar ve erkekler kazabiliyor, tırmanabiliyor ve dalabiliyorlar” diye tamamlamış genç kız.
“Fakat,” diye devam etmiş babaanne, “ Melekler sonunda gerçek aşkı kadınların ve erkeklerin kalbine saklamışlar. İşte o günden beri kadınlar ve erkekler gerçek aşkı kolayca bulamamışlar. Çünkü gerçek aşkın saklanabileceği her yere bakıyorlar, ancak hemen göğüslerinin içinde olabileceği akılların hiç gelmiyormuş.”
“Bunu bildikleri halde neden hala dönüp kalplerine bakmıyorlar?” diye sordu genç kız.
Babaanne derin bir nefes aldı.
“ Saklambaç oynadığın günleri hatırla,” dedi, “ebe herkesi söbeler ama hep bir kişiyi unutur-kendisini. Oyundakileri hep bir eksik sayar o yüzden… Aşk da öyle işte.. Kalbimizin orta yerinde duruyor, ama kendini hiç aramıyor.
Yaşlı kadın sallanan koltuğuna oturmuş, yakın gözlükleri gözünün önünde yanaklarına sarkmış halde elinde örgüsüne konsantre olmuştu. Pencereden süzülen hafif esinti beyaz saçlarını okşuyor, yanağına taşmış birkaç saç teliyle oynaşıyordu. Biraz uzakta ödevini hazırlayan torununu unutmuş gibiydi. Lise öğrencisiydi. Taze açmış bit bahar çiçeği gibi, beyaz gömleğinin içinde pamuk prenses gibi duruyordu.
“babaanne neden herkes gerçek aşkı bir türlü bulamıyor?” torununun sesiyle irkilir gibi oldu. Yüzünde tatlı bir tebessümle örgüsünü bıraktı. Genç kızın yanına vardı. Uzun sarı saçlarını okşadı şefkatle yüzünü avuçlarının içine aldı.
“Dinlemek istiyor musun?” diye sordu.
Kız kaşını babaannesinin kucağına bıraktı. “Evet” anlamına geliyordu bu.
“Yüz yıllar önce dünya henüz çok gençken, gerçek aşk varmış., her yerde hemen bulunabiliyormuş. Su gibi. Hava gibi. Böyle kolay bulunduğu için kadınlar ve erkekler pek peşine düşmezlermiş gerçek aşkın kıymetini de bilmezlermiş…”
Bir süre durdu. Torununun henüz hayat yüküyle yorulmamış genç omuzlarını okşadı.
“ bunun üzerine Yaratıcımız iki meleği görevlendirip aşkı gizlemelerini istemiş.
Melekler aşkı önce yerin dibine saklamışlar. Fakat kadınlar ve erkekler toprağı kazıp kolayca bulmuşlar aşkı. Bunun üzerine melekler yüksek dağların zirvelerine kaldırmışlar aşkı. Fakat kadınlar ve erkekler yüksek dağların zirvelerine tırmanıp bulmuşlar aşkı. Sonra melekler aşkı okyanusların dibine gömmüşler. Erkekler ve kadınlar denizlere dalıp kolayca su yüzüne çıkarmışlar aşkı.
“o halde, gerçek aşkı bulmak zor değil. Çünkü kadınlar ve erkekler kazabiliyor, tırmanabiliyor ve dalabiliyorlar” diye tamamlamış genç kız.
“Fakat,” diye devam etmiş babaanne, “ Melekler sonunda gerçek aşkı kadınların ve erkeklerin kalbine saklamışlar. İşte o günden beri kadınlar ve erkekler gerçek aşkı kolayca bulamamışlar. Çünkü gerçek aşkın saklanabileceği her yere bakıyorlar, ancak hemen göğüslerinin içinde olabileceği akılların hiç gelmiyormuş.”
“Bunu bildikleri halde neden hala dönüp kalplerine bakmıyorlar?” diye sordu genç kız.
Babaanne derin bir nefes aldı.
“ Saklambaç oynadığın günleri hatırla,” dedi, “ebe herkesi söbeler ama hep bir kişiyi unutur-kendisini. Oyundakileri hep bir eksik sayar o yüzden… Aşk da öyle işte.. Kalbimizin orta yerinde duruyor, ama kendini hiç aramıyor.
merol
Çarşamba, 24 Nisan 2019 23:05
SEVİLMEYE BIRAKMAK
Eflatun’a iki soru sormuşlar;
Birincisi, insanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir?
Eflatun tek tek sıralamış:
Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak içinde para öderler. Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta ne bugünü, ne de yarını yaşarlar. Hiç olmayacak gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
Sıra gelmiş ikinci soruya;
Peki sen ne öneriyorsun?
Bilge yine sıralamış,
Kimseye kendinizi “sevdirmeye” kalkmayın! Yapılması gereken tek şey sadece kendinizi “sevilmeye” bırakmaktır. Önemli olan; hayatta “en çok sey’e sahip olmak” değil “en az şey”e ihtiyaç duymaktır.
merol
Pazartesi, 22 Nisan 2019 20:21
BİR KELEBEĞİN DERSİ
“Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler botunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi.
Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vaz geçmiş gibi geldi ona.
Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi. Böylece adam kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline küçük bir makas alıp kozada ki deliği büyütmeye başladı. Bunun üzerine kelebek kolayca dışarı çıkı verdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu.
Adam izlemeye devam etti. Çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedeninin taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiç biri olmadı! Kelebek, hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi.
Ne kadar denese de asla uçamadı. Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey, kozanın kısıtlayıcı lığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın Tanrı’nın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcı lığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yol olduğuydu.
Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer Tanrı yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık.
Güçlü olmak istedim…
Ve Tanrı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı.
Bilgelik istedim….
Ve tanrı bana Tanrı çözmem için sorunlar yolladı.
Başarı istedim…
Ve Tanrı bana çalışmam için zeka ve kas gücü verdi.
Cesaret istedim…
Ve tanrı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi.
Sevgi istedim…
Ve tanrı bana, yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı.
İyilik istedim…
Ve Tanrı bana, fırsatlar verdi.
İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim….
Ama ihtiyaç duyduğum her şeyi elde ettim.
Yaşamınızı korkusuzca yaşayın. Zorlukların tümüne göğüs gerin ve onların üstesinden gelebileceğinizi açıkça gösterin.
İNANARAK VE BAŞARACAĞIM DİYE BAŞLAMAK GEREK.
“Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler botunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi.
Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vaz geçmiş gibi geldi ona.
Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi. Böylece adam kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline küçük bir makas alıp kozada ki deliği büyütmeye başladı. Bunun üzerine kelebek kolayca dışarı çıkı verdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu.
Adam izlemeye devam etti. Çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedeninin taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiç biri olmadı! Kelebek, hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi.
Ne kadar denese de asla uçamadı. Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey, kozanın kısıtlayıcı lığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın Tanrı’nın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede kozanın kısıtlayıcı lığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yol olduğuydu.
Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer Tanrı yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık.
Güçlü olmak istedim…
Ve Tanrı beni güçlendirmek için zorluklar yolladı.
Bilgelik istedim….
Ve tanrı bana Tanrı çözmem için sorunlar yolladı.
Başarı istedim…
Ve Tanrı bana çalışmam için zeka ve kas gücü verdi.
Cesaret istedim…
Ve tanrı bana üstesinden gelmem gereken sorunlar verdi.
Sevgi istedim…
Ve tanrı bana, yardımcı olmam için sorunlu insanlar yolladı.
İyilik istedim…
Ve Tanrı bana, fırsatlar verdi.
İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim….
Ama ihtiyaç duyduğum her şeyi elde ettim.
Yaşamınızı korkusuzca yaşayın. Zorlukların tümüne göğüs gerin ve onların üstesinden gelebileceğinizi açıkça gösterin.
İNANARAK VE BAŞARACAĞIM DİYE BAŞLAMAK GEREK.
merol
Pazar, 21 Nisan 2019 22:49
KAİNATIN IŞIĞI
19. yüz yıl büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt’un bir bahçeyi tasvir eden bir tablosu Londra kraliyet akademisinde sergileniyordu. Hunt’un “Kainatın ışığı” adını verdiği bu tabloda geceleyin elindeki fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapıya vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu.
Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunt’a dönerek;
“Güzel bir tablo doğrusu; ancak manasını bir türlü kavrayamadım.” Dedi. Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona tokmak takmasını unutmuşsunuz da….
Hunt gülümsedi: Adam alelade bir kapı vurmuyor ki…” dedi. “Bu kapı insan kalbini temsil ediyor.. sadece içeriden açıla bildiği için, dışından tokmağa ihtiyaç yoktur.”
19. yüz yıl büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt’un bir bahçeyi tasvir eden bir tablosu Londra kraliyet akademisinde sergileniyordu. Hunt’un “Kainatın ışığı” adını verdiği bu tabloda geceleyin elindeki fenerle bahçede duran filozof kılıklı bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapıya vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu.
Tabloyu tetkik eden bir sanat eleştirmeni Hunt’a dönerek;
“Güzel bir tablo doğrusu; ancak manasını bir türlü kavrayamadım.” Dedi. Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona tokmak takmasını unutmuşsunuz da….
Hunt gülümsedi: Adam alelade bir kapı vurmuyor ki…” dedi. “Bu kapı insan kalbini temsil ediyor.. sadece içeriden açıla bildiği için, dışından tokmağa ihtiyaç yoktur.”
merol
Salı, 02 Nisan 2019 19:51
KANDİLLER İNSANLARIN BİRLEŞMESİNE, BÜTÜNLEŞMESİNE, BARIŞMASINA SEVİNCİN VE SEBEBİN PAYLAŞMASINA VESİLE OLAN GÜNLERDİR.
KANDİLİNİZİ KUTLAR SAĞLIK MUTLULUK GETİRMESİNİ DİLERİM.
KANDİLİNİZİ KUTLAR SAĞLIK MUTLULUK GETİRMESİNİ DİLERİM.
merol
Salı, 02 Nisan 2019 19:44
BELKİ DE GERÇELTİR.
Kız: lütfen yavaşla ben korkuyorum
Delikanlı: hayır, bak ne kadar eğlenceli
Kız: lütfen, lütfen çok korkuyorum
Delikanlı: peki, beni sevdiğini söyle
Kız: seni çok seviyorum. Lütfen yavaşla
Delikanlı: şimdide bana sarıl
Kız: delikanlıya sıkıca sarılır
Delikanlı: şapkamı alıp, kendine takar mısın? Başımı çok sıktı..
Ertesi gün gazetelerde şöyle bir haber çıktı. Motosiklet kazası; Motosiklet fren arızası nedeniyle, bir binaya çarptı. Üzerinde ki iki kişiden sadece biri kurtuldu.
Gerçek ise şöyleydi; yolun yarısında delikanlı frenlerin bozulduğunu anlamış ama bunu kıza belli etmemek istemişti.
Bunun yerine kızdan kendisini sevdiğini söylemesini istemiş ve kendisine son defa sarılmasını istemişti. Sonra da kendi ölümü pahasına, kızın başlığı takmasını ve hayatta kalmasını sağlamıştı.
İşte gerçek aşkın anlamı da buydu…
Kız: lütfen yavaşla ben korkuyorum
Delikanlı: hayır, bak ne kadar eğlenceli
Kız: lütfen, lütfen çok korkuyorum
Delikanlı: peki, beni sevdiğini söyle
Kız: seni çok seviyorum. Lütfen yavaşla
Delikanlı: şimdide bana sarıl
Kız: delikanlıya sıkıca sarılır
Delikanlı: şapkamı alıp, kendine takar mısın? Başımı çok sıktı..
Ertesi gün gazetelerde şöyle bir haber çıktı. Motosiklet kazası; Motosiklet fren arızası nedeniyle, bir binaya çarptı. Üzerinde ki iki kişiden sadece biri kurtuldu.
Gerçek ise şöyleydi; yolun yarısında delikanlı frenlerin bozulduğunu anlamış ama bunu kıza belli etmemek istemişti.
Bunun yerine kızdan kendisini sevdiğini söylemesini istemiş ve kendisine son defa sarılmasını istemişti. Sonra da kendi ölümü pahasına, kızın başlığı takmasını ve hayatta kalmasını sağlamıştı.
İşte gerçek aşkın anlamı da buydu…
merol
Salı, 02 Nisan 2019 19:00
KUŞLARIN GÖZLERİ
Bazen insanları hafife almak için “çocuk gibisin, çocuk gibi davranıyorsun” denir ya. Bu hikaye den sonra çocuk gözüyle bakmanın basit olmadığını anlıyor insan.
Babası ülkenin en ağır cezalılarının yattığı hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir gün giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı. Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı… Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da “üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?” dedi.
Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu. “Hımmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerinde ki benekler ne? Portakal mı?” Küçük kız babasının kulağına eğilerek, sessizce Hışşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleridir…”
Bazen insanları hafife almak için “çocuk gibisin, çocuk gibi davranıyorsun” denir ya. Bu hikaye den sonra çocuk gözüyle bakmanın basit olmadığını anlıyor insan.
Babası ülkenin en ağır cezalılarının yattığı hapishanede mahkumdu küçük kızın. Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi. Yine bir gün giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı. Bu sebeple kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı… Çok üzülmüştü küçük kız. Babasına söyledi bunu, o da “üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?” dedi.
Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Babası keyifle resme baktı ve sordu. “Hımmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerinde ki benekler ne? Portakal mı?” Küçük kız babasının kulağına eğilerek, sessizce Hışşşt! O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleridir…”
1223 Ziyaretçi defterindeki mesajlar